
Entelektüellerin Hurafeleri kitabında şöyle bir cümle geçiyordu: “İnsan bir gelenektir. Her insan bir geleneğin mensubudur. Ya eski bir geleneğe eklenir ya yeni bir ‘trend’e mensup olur ya da yeni bir geleneği başlatır.” İnsanın tüm oluşum ve kuramların özü olduğuna vurgu yapan güzel bir tespit. İhtiyarî ya da gayriihtiyarî iz bırakandır çünkü insan. Sosyal ve ahlakî normlarımız bunun bir örneği sayılabilir. Bilinç düzeyimiz, mensup olduğumuz tarafın en belirleyici unsurudur. Cinsî tabiatımızı aşağı çeken kimi trendlere mensup olmak da yukarı taşıyan bir geleneği başlatmak da irademize bağlı bir durumdur.
Doğru ve yanlışı ayırabiliyor olmamız ne kadar zihinsel üstünlüğümüzün ispatı ise, bile bile bir yanlışın içinde olmamız da o denli iradesizliğimizin kanıtıdır. Büyüsüne kapılıp izini sürdüğümüz fikirlere ve eylemlere aklımızla mı yoksa zaaflarımızla mı mukavemet ediyoruz? Bunun cevabı da şahsiyetimize biçtiğimiz değerdir.
Başkalarının hayranlığını kazanma, unutulmama, sosyal çevreyi zenginleştirme amacı güden itiyatlar kısa süreliğine beklentiyi karşılasa da uzun vadede ruhta yaratıcı bir etki sağlamadığı gibi sürdürülmeye değer bir iz de bırakmaz ardından.
Duvarları türlü zehaplarla örülü olan yaşam kalemizde, ufuk sahibi değilsek zırh diye sarıldıklarımızın aslında kuşatması altında olduğumuzu anlayamıyoruz. Zihnimizi ve ruhumuzu besleyen dogmaları tabulaşacak kadar sert duvarlar ile örülmesine izin vermemeli. Çünkü kendi penceremizden net görünenler karşı tarafın penceresinde flu görünüyor olabilir. Bu önündeki kabın şeklini almaya hazır su misali hangi kap sunulsa kendini onun içinde bulmak değil, farklılıklara kendi sınırlarını koruyarak açık olmaktır aslında. Bu açıklık sağlanamadığı zaman hakikatin çirkin tarafını örtecek mazeretlerimiz de hep hazırdır. İzahından âciz kaldıklarımızın kimi zaman mizahını yaparız, kimi zaman da onları hurafe telakkî ederiz. Aslını bilmek derin bir mevzu gibi gelir ve hakikatin kıyısında tavır almaktansa anlık itibarın dehlizlerini yeğleriz.
Kendi ezberlerimiz ya da başkalarının ezberleriyle yaşadığımız sorgulamaya muhtaç tüm doygunluklar kişilik yoksunluğuna yol açtığı gibi hayatı da hakiki formunu kaybetmiş sığ ve taşlaşmış inançların gölgesinde perdelemiş oluyor. Oysa bütünü anlamak, kendimize ait parçayı mümkün olduğunca derinleştirmek, anlamlı bir iz bırakma çabasıdır. İnsan yaşarken son anına kadar gelişimi tamamlanmamış bir varlık olarak, bilgiye muhtaç olduğu bilincini muhafaza etmeli ki yaşadığı zamanın ruhunu anlayıp, kendi varlığını yaşadığı çağla birlikte olgunlaştırabilsin.
Kendini anlamlı bir hayat, hassas bir kalp ve ince bir ruhtan mahrum eden değil kendisiyle birlikte onu takip edenleri de ışığa çıkaran, anlam kapısını aralayan, doğru bir istikamet belirleyen iz, bırakmaya değer olandır. Çünkü meziyet hatırda kalmak değil, hatırda nasıl kaldığındır. Bu bazen bir duruş bazen bir tavır bazen de bir söz olur.
Zahire temayülü olmayan insan, cazibesine kapıldığı mistik şeylerin iz düşümüdür…
Bu Yazı https://www.edebiyatdaima.com sayfasında yayımlanmıştır.