
Esnekliğin, uyumun, dayanıklılığın ve bereketin simgesi olan başağın oluşumu hayli zahmetli bir yolculuktur. İklimin, toprağın, havanın, güneşin, yağmurun ayrı ayrı beslemesini bekler. Şartların uyumu emekle birleşince bir buğday tanesinden birkaç başak, bir başaktan onlarca buğday hâsıl olur.
Bir öncesi vardır her şey gibi. Sonrası da mutlaka olacaktır. Besleyecektir insanı. İnsan, beslendikçe gelişecek; ilerledikçe karşısına çatallı yollar çıkacak; sonra tercihler, sonra iyi ya da kötü katlanılması gereken küçük yaşam parçacıklarının duvar gibi örülerek bir ömrü bina edişi…
Uzun ince bir sap üzerine sıralanmış tohumları ve diken görünümü veren kılçıkların estetik görüntüsü kadar kutsal bir görevi de vardır: Tanelerin dağılmasını, yayılmasını ve kuşlara yem olmasını önlemek, teslim edene kadar emaneti muhafaza etmek, dışarıdan gelecek her türlü zarara karşı kalkan oluşturmak gibi.
Muazzam bir sistem değil mi?
Her şey ince ince düşünülmüş. Ya senin çevren neyle sarılı, kozanı oluşturan madde ne kadar sağlam ey insan? Kendin mi örüyorsun kozanı, başkasının gelip sana kalkan olmasını mı bekliyorsun çaresizlik içinde? Ancak edilgenliğin çamuruna çıkamayacak kadar gömülmemişsen umut var demektir. O bataklıktan çıkabilir, koşabilirsin oraya doğru, herkesin kendini ve haddini bildiği o bilinç ülkesine.
Yeşillenmiş, yani olmamış başak diktir. Yine de rüzgâr nereye eserse oraya savrulan insan kadar hafif değildir duruşu. Bu perspektiften bakmak hepimizin malumu olan şu sözü çağrıştırıyor bana: “Boş başak dik durur, dolu başak eğik.”
Sahip olduğu meziyeti sadece kendinden bilen, o meziyet yolculuğuna katkı sağlayanları, yoldaşlık edenleri görmezden gelenlerin, gurur ve kibrin ihtirasına kapılanların “boş başağa” benzetilmesi çok anlamlı değil mi?
Bilge insan öyle mi oysa? Önce kendi tekâmül yolculuğunu tamamlamaya çalışır, bu yolculukta öğrendiği her şeyi, edindiği her tecrübeyi insanlığa sunmayı ilminin zekâtı olarak addeder. Öğrendikçe bilmedikleri çoğalır, bildikleri yük olur sırtında kimseye büyüklenmez yine de. Sahip olduklarının emanetçisi görür kendini. Tıpkı olgunluğunun alameti olan sararmış ve eğik başaklar gibi.
Bir başak tanesine onlarca buğdayı sığdırmanın ağırlığı da diyebilirsiniz siz buna; ben içinin dolu, bereketini bol olmasının alameti olarak görenlerdenim. Öyle vakur öyle asil bir duruştur ki o eğiklik, bir buğday tanesinden, çamurdan, gübreden beslenip boy vermenin gururu, olgunluğun getirdiği kibirden uzak doygunluktur gördüğümüz.
Yüceliğini tevazuundan alan, gelgeç itibar sağlayan unsurlara tamah etmeyen, içsel olarak sahiplendiği değerin dışarıya yansıması olan “şahsiyetli” duruş sergileyen insanların sayısı az olsa da değerini bilenlerin yanında kıymeti hayli fazladır.
Eğilmek her zaman değildir boyun eğmek! Eğildikçe yücelenlerdir gerçek insanlığa erenler. Onlar, bir şeyin ya da bir kimsenin önünde eğilenler değil, kendi bilgeliklerinin karşısında kendilerine saygı duyduklarını belirtenlerdir.
Velhasıl, hayat değirmeninde hepimiz birer başak misali, olmamışlığın hafifliği ile rüzgârın estiği yöne savrulanımız da var kendi hâlinde heybesini doldurup, rüzgâra karşı direnç göstererek hasat zamanını bekleyenimiz de…
Bu Yazı https://www.edebiyatdaima.com sayfasında yayımlanmıştır.
yasemin hanım yazınızı çok beğendim gerçekten de insana anlatılması lazım gelen her şeyi bu manalı satırlarınızda anlatmışsınız.
kibirin ve büyüklenmenin insanoğlunu hiçbir yere götüremeyeceği ancak bu kadar güzel anlatılır diyorum ben.
yalnız beğeni işaretleyemedim.
Çok teşekkür ederim Hüseyin bey kıymetli yorumunuz için, beğeni konusunda sistemden kaynaklı çözemediğim bir durum var malalesef.